Okura nişan almak

-
Aa
+
a
a
a

Amerikalı yazar Kurt Vonnegut’un aktardığına göre, psikanalist Edmund Bergler, incelediği sanatçıların çoğunun iyi tanıdıkları bir insan için yazdıklarını saptamış. Kurt Vonnegut da bu iddianın yer aldığı kitabı bitirdikten birkaç dakika sonra kendisinin kız kardeşine yazdığını fark ediyor. Burada kastedilen kesinlikle ithaf değil. Eserin tamamıyla söz konusu kişinin beğenisi ve takdiri için yaratılmasından bahsediliyor. Üstelik bu şahsın edebiyattan anlaması gerekmiyor. Hayatta olması da şart değil. Yeter ki sanatçının duygu dünyasına iz bırakacak kadar girmiş olsun.

 

 Tolstoy

Anlı şanlı bir yazar düşünün. Tolstoy mesela. Meğer onun Anna Karenina’ya can verirken üstünde hissettiği göz teyzesininkiymiş. Ya da çocukken çoraplarını giydiren dadısınınki… Sadece yarattığı eserlerin yüceliğine değil, Tolstoy’un göğsüne inen sakallarına da yakıştırmak güç bu düşünceyi. Sanatçının kutsal ruhundan af dileyerek varsayımın doğruluğu üzerinden gidelim; bakalım ayaklarımızın altındaki yolu yadırgayacak mıyız? Saf Rus kadınları da bizimkilerden farklı değillerse, kepçe kulaklı Bakan Aleksey Aleksandroviç’in karısının gönül macerası tam da onların ilgisini çekecek türden. Küçük Kolyo’nun dadısının, öyküyü baştan sona oburca açtığı gözleriyle soluksuz dinlediğini hayal etmek hiç zor değil. Kitabın adı Anna Karenina, yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy olunca insanlar ondan smokinli cümlelerle bahsedilsin istiyorlar.

 

Okyanusların, çocukların yüzebilecekleri kadar sığ kıyılarının bulunduğunu unutmamak gerekir. Yazarlarının deha, kendilerinin şaheser olmaları onları sıradan insan beğenisinden kopartmak için yeterli değildir. Daha doğrusu şöyle söylemeli: Sıradan insanın beğenisine hitap etmek asla yazarın dehasının ya da eserin şahlığının önünde engel değildir. Bu yüzden ‘ben kime yazıyorum?’ diye sormaktan çekinmemeli. Yanıt eserin kalitesi hakkında hiçbir şey söylemez. Doğdukları günden bu yana kabaca gözden geçirildiklerinde görülür ki, iyi öykü, iyi roman, iyi şiir onların kime yazıldıklarıyla ilgili değildir.

 

Anna Karenina üzerinden devam edelim yine: Roman başından sonuna, yazarlık kadar peygamberliğe de hevesli Tolstoy’un kurnazca verdiği bir doğru yaşam dersidir aslında. İki kadın ve iki erkek: İki aşık çiftten biri, toplum kurallarına baş kaldırarak tutkunun ve aşkın peşinden gider. Öteki çiftin kadın ve erkeği ise yaşamlarını, her dinin kutsadığı ailenin gerekliliklerine adarlar. İki ayrı kolda gelişen romanın başında Tolstoy aşkın ve şehvetin çekiciliğini saklamaz okurdan ama devamında Vronski ve Anna’nın burnundan fitil fitil getirir yaşadıkları zevkleri. Belki iffetin korunmasından asıl kadını sorumlu tuttuğu için Anna’ya biçtiği son, tren raylarında parçalanmaktır. Oysa öteki kolun baş oyuncuları, usluluklarından dolayı mutlu ve huzurlu bir yaşamla ödüllendirilirler. Eseri böyle yorumlamadığından emin olduğum bir bayanın, genç kızını gönül maceralarına karşı uyarırken, filmini izlediği Anna Karenina’yı örnek verdiğini hatırlarım. Bu romanın gücünün kanıtıdır. Dedikoduya düşkün saf kadınların sevebileceği türdendir ama yazılışından yüz küsur yıl sonra bambaşka kültürden insanların kızlarını eğitirken kullanabilecekleri kadar da etkilidir.

 

Okura sırtını döndüğünü iddia edene inanmamalı

 

Divan edebiyatımıza bakalım: Şair padişaha düzdüğü methiyede kullandığı söz sanatlarıyla devleşmiştir. Aynı şair atılan bir kese altını sıçrayıp havada ağzıyla kapacak cüceliktedir. Alışverişin düzeysizliği kanatlanmış uçan şiire irtifa kaybettiremez. Kime yazıldığı sadece onun hedeflediği zevki belirler. Buradaki ‘sadece’ sözcüğü asla küçültme değildir. Sanat eserinin birilerinin beğenisine yönlenmesi vazgeçilmezdir. Edebiyatın bilim olmadığını ve ikisinin soludukları hava arasındaki farkı görmek gerek. Newton’nun yasalarının ayakta durabilmek için kimsenin beğenisine ihtiyacı yoktur. Kralın ya da papanın hoşuna gitmese de net kuvvetin toplam kütleye bölümü ivmeyi verir. Ve Einstein çok yüksek hızlarda onun yasalarının soluksuz kaldığını göstermek için meslektaşlarının zevkine yaslanma ihtiyacı duymamıştır. Bilimin teknoloji aracılığıyla dokunabildiğimiz bir yararlılığı vardır ki, bu tek başına onun ayakta kalmasını sağlamaya yeter. Oysa ideolojilerin emrinde olmayan sanatı sadece insanların beğenisi hayatta tutabilir. Bir aşk şiirinin yaşamasının tek yolu aşıkların onu okumaktan zevk almalarıdır. Dinlemekten ve anlatmaktan hoşlandığımız öykülere belleklerimizde yer ayırırız. Yazar istese de istemese de birileri için yazıyor. Bunun adını koymak ayıp değildir. Ve tekrara düşmek pahasına bir kez daha belirtmeli ki, eserin kalitesi kime yazıldığından bağımsızdır. Entelektüellerin zevkine göre kötü bir öykü yazabilirsiniz. Sigara dumanı ve rutubet kokan bir kahvenin müdavimleri için yazmışsınızdır ama öykü iyidir. Okuru umursamamanın sanata daha yaraşır bir tavır olduğu zannediliyor. Bu, yazarın kendisini ya da edebiyatı dev aynasında görmesinin sonucudur ve çoğu zaman da yalandır. Eserle okur arasındaki ilişkiyi başlatan tarafın yazar olduğu çok açık. Yazdıklarının basılmasını sağlamak için yakasına yapışılan kaç insan var ki? Kitapçı raflarındaki her eser, yaratıcısının ‘Ey okur;’ diye başlayan söylevidir aslında. Yüksekçe bir yere tırmanıp boğazını patlattıktan sonra etrafta toplanan kalabalığı ve onların beğenilerini hiç umursamadığını söyleyen söz ustasına inanılmıyorsa, okura sırtı dönük yazdığını iddia eden sanatçıya da inanılmamalı.

 

Okura yazıp yazmamak konusunda seçme şansı yok yazarın. Eserlerini kendisi dışındaki ölümlülerin beğeni tartılarından kaçırması mümkün değil ama okurunu belirleme şansı var. Ve bunu komplekse kapılmadan yapmalı. Tam olarak şunu demek istiyorum: Her eser atılan bir ok gibidir ve nereye saplandığı çok önemlidir. Öyleyse yazar işi tesadüfe bırakmadan, kimi vurmak istiyorsa yayını gererken onun kalbine nişan almalı.